Denktaş’ın dediği gibi

Aziz Şah – Rosa Luxemburg’un dediği gibi “Hareket etmeyenler zincirlerini fark edemezler”…

Önce hareket edersiniz, zinciri fark edersiniz. Sonra zincirin hangi alaşımdan yapıldığına, halkaların boyutuna, ağırlığına; ayak bileğinden mi, el bileğinden mi, yoksa boyundan mı bağlı olduğunuza bakarsınız; bir köle bile isyan etmeden önce köle olduğunu idrak etmek zorundadır. Önce bilinç, sonra eylem gelir…

Israrla Kıbrıs’ta işgal olduğunu yazarız. Bu yetmez istilanın çoktan tamamlanıp askeri rejimin kurulduğunu söyleriz.  Yetmez!

Yaşadıkça yeni şeyler çıkar karşınıza…

O “şeyler” kurumdur, yapıdır, yazılı olan veya olmayan kurallardır. Eskiden Bayraktarlık-Elçilik-Yönetim (BEY) rejimi vardı, şimdi “Üst Koordinasyon Kurulu” var…

Neden karayolu inşaatını Lefkoşa TC Elçisi denetler?

Neden “aşı programı ve pandemi” konusu için Üst Koordinasyon Kurulu (iki general ve bir elçi) toplantı yapar? Silahla mı vuracaklar virüsü?

Neden tarım ve hayvancılık meselelerine TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı) bakar? 

Mesela “izcilik” faaliyeti neden eski adıyla Özel Harp Dairesi, yeni adıyla Özel Kuvvetler altında hep Sivil Savunma Teşkilatı’nın bir “kolu” olageldi? Neden Sivil Savunma Teşkilatı gözetiminde “ant içer” ilkokul çocukları?

Kendi müfredatına dahi müdahale edemeyen sözde solcu sözde eğitim bakanı Cemal Özyiğit koltukta otururken kırk defa sorduk bunları. Tek bir cevap vermediler…

Neden dibine darı ektik?

İçinde yaşadığımız askeri rejimin niteliğini berraklaştırmak için!

Dün sen eğitimin militarize karakterine karşı çıkmadın, bugün Yunus Emre Enstitüsü gibi bir siyasal İslamcı yapıyı diktiler karşına…

“Kıbrıs’ın kuzeyi işgal altındadır; birinci, ikinci ve üçüncü derece askeri bölgelerden oluşur. Burada bir ‘devlet’ yoktur; kendi para politikası, maliyesi, bütçesi olmayan bir yapıya devlet denilemez. İtfaiyenin idaresi bile Ankara’dandır. Bu yüzden eylemlerde doğru adres Elçilik’tir” dediğimiz için bize en çok sol kızar!

-“Aha Elçiliğe gittik, işgal da dedik, hevesinizi aldınız mı?” diye rejimi inkâr etmeye devam ederler…

“İşgal var” deyip sonra “KKTC meclisi” ve “anayasa”sından bahsedemezsiniz…

90’lardan bu yana sömürgecilik bir temele dayanır: Devletsizleştirme.

Örneğin Irak işgal edildikten sonra vali Paul Bremer emirler yayınladı. Bugün Ankara’nın Kıbrıslı işbirlikçilere imzalattığı “protokoller” gibi…

Devletin omurgasını kırmak için “Baas’tan arındırma” adı verilen 5 numaralı bildiri işgal rejiminin anayasası işlevi gören “Irak Devleti İdari Yasası”na girdi. Bir parti-devleti olan Irak’ta parti üyelerini suçlu-suçsuz demeden tasfiye edersen devlet tasfiye edilir. Baas’ı diye Iraklıları tasfiye edersin, ülke kireçtaşı gibi dağılır…

Yugoslavya’dan beridir bütün savaşlarda bu devletsizleştirme yaşandı. Bir devletin devrim ile yıkılması ile işgalle yıkılması arasında dağlar kadar fark vardır. Sömürgecinin devletsizleştirdiği halk statüsüzleşir. Aynı 1960 Cumhuriyeti’ni terk edip, 1974’ten sonra da imzalanan protokollerle sudan, eğitime, altyapıdan, maliyeye bütün yetkilerimizi Ankara’ya teslim ettiğimiz gibi.

Hayatını Kürt meselesini didik didik inceleyerek geçiren İsmail Beşikçi hocamız 1992’de şöyle yazar:

“1990’da kararnamelerden söz ediliyordu. ‘Sömürgeler Kararnamelerle Yönetilir’ diyorduk. Şimdi, sömürge yönetimi, yasa, tüzük, kararname… hiçbir mevzuatla kayıtlı değildir, hiçbir mevzuata bağlı değildir. Tam anlamıyla keyfi bir yönetim egemendir”…

Önce kararnameler vardı, sonra keyfi idare, şimdi ise kayyumlar var.

Beşikçi’den mülhem çok yazdım “Sömürgeler protokollerle yönetilir” diye. Ama gene Beşikçi’nin dediği gibi “sömürgenin bile bir statüsü vardır”. Biz ise son imzalanan protokollerle statüsüzleştirildik.

Eğer hareket edersek zincirlerimizi tanıyacağız…

Bizi devletsiz bırakan Denktaş’ın dediği gibi: “Allah kimseyi devletsiz bırakmasın”…

(22 Mart 2021 tarihinde Avrupa gazetesinde yayınlanmıştır)

About the author