‘Sopa ve Sıpa’: Planlı-programlı yerleşimci nüfus sömürgeciliği

Aziz Şah – İşgalin 4’üncü yılı, işgalin 11’inci yılı, işgalin 22’nci yılı…

Gazete sütunlarında ve ‘Kurucu Meclis’te taşıma nüfus politikasına karşı çıkan birçok isimle karşılaşırız!

En başta Doktor Küçük…

Onca yıl ‘Ya Taksim Ya Ölüm’ dedikten sonra yerleşimci sömürgeciliğinin dayattığı ‘ölüm’ü beğenmedi…

Bülent Ecevit’e hitaben yazdığı yazıda nüfusun geri gönderilmesi gerektiğini savundu:

-‘Sayın Ecevit hükümetinden ricamız, kurtardıkları bu adayı yine kendi elleriyle mezar yapmasın’…

“Siyasi görüşümüz yoktur. Türkiye ne derse, Türkiye ne isterse onu yaparız. Şayet Türkiye bir koca kazık gönderir ve bunu götünüze sokunuz derse, o kazığı hiç düşünmeden götümüze sokarız” diyen Doktor Küçük dört sene geçmeden Türkiye’nin gönderdiği nüfusu “Doğu Padişahlığı” diye tanımlıyordu…

‘‘Program çizilmeden, plan yapılmadan, adaya adam yığmak, bugünkü huzursuzluğun doğmasında etkili olmuştur. Kazandığımız yerleri boş bırakamazdık. Fakat kimin, kimlerin, nereden, hangi taraftan çağrılacağı, nerelere taksim edileceği hesabı yapılmadan ve düşünülmeden (…) ‘Doğu Padişahlığı’ kuruldu’’ diyordu Doktor Küçük.

Doktor Küçük ‘Ya Taksim Ya Ölüm’ diye diye gelinen yerde taksimin dayattığının ölüm olduğunu idrak etmişti, ama Türk milliyetçiliğini elden bırakamadığı için tam doğruyu söyleyemiyordu. Yarım gerçek, çeyrek gerçek, onda bir gerçek hiçbir zaman gerçek değildir…

Çünkü gerçek Hegel’in dediği gibi ‘bütündür’, yarım gerçek gerçek değildir. Yarım gerçek sizi popülizme götürür…

Doktor nereden biliyordu yerleşimci taşıma nüfus için bir program çizilmediğini, plan yapılmadığını, hesap yapılmadığını ve düşünülmediğini…

Bir yerleşim planı vardı, Kıbrıslılar bunun öznesi değildi. Maşaydı sadece…

***

‘Kurucu Meclis’te Alpay Durduran’ın vatandaşlıkları Bakanlar Kurulu değil Meclis onaylasın önerisi üzerine yapılan tartışmada Raif Denktaş -son zamanlarda sık sık hatırlanan- yerleşimci nüfus politikasına karşı çıktığı meşhur konuşmayı yapmıştı. O oturumda Arif Hasan Tahsin de, Alpay Durduran da, Hüseyin Celal da aynı hatta durdular…

Onların karşısına dikilenlerden İsmet Kotak şöyle diyordu:

-‘Türkiye ile Kıbrıs arasında bir nüfus anlaşması vardır. Bu anlaşma geçen dönemki Kurucu Meclis tarafından onaylanmıştır ve yürürlüktedir. Elbette ki onaylanmıştır ve yürürlüktedir. Elbette ki Kıbrıs’ın nüfus boşluğu ve gereksinimi Türkiye’den öncelikle tamamlanacaktır. Bu gerçeği bileceğiz, bu açıktır. Bugün gereksinimi hala Türkiye’den özel izinlerle getirttiğimiz kişilerle karşılamaktayız. Bu gerçeği bir defa bilelim’…

İsmet Kotak, yerleşimci nüfus sorunu dendi mi öne çıkan üç isimden biridir. Türkiye’de yapılan planlamanın buradaki uygulayıcılarıydılar…

Doktor Küçük’ün plansız-programsız Kıbrıs’a insan yığıldı dediği nüfus sorununun başında görünenler “Milli Şef” Denktaş, Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin İskân ve Rehabilitasyondan Sorumlu ilk bakanı İsmet Kotak ve Rum evlerine yerleşiklerin yerleştirilmesinden sorumlu bakan müsteşarı Hakkı Atun’du.

Hakkı Atun anılarında yerleşimci nüfus planlamasını detaylıca anlatıyor:

‘‘Sezinlediğim kadarıyla Büyükelçi Asaf İnhan Bey, göçmenlerin iskân ve rehabilitasyonu için TC Yardım Heyeti’nde beraber çalıştığım uzmanları kanalıyla fiilen ilgileniyor(…)

İskân konusunda TC Toprak ve İskân İşleri Genel Müdürlüğü’nden Genel Müdür Yardımcısı İsmail Karayel ve Daire Başkanı Nihat Bilgin görevlendirilmişti (…)

Onlardan önce de TC Yardım Heyeti’ne ilk gelen Doç. Dr. Mustafa Yuluğ ve Nihat Ersoy Bey’le çalışmıştım. Bütün harcamalar müşterek imzamızla yapılıyordu(…)

Göçmen iskân işlerinde bir hata yapılmamasına azami gayret sarfediliyordu. Yine de uygulamalarda vatandaşı tedirgin, devleti mahcup edici hatalar eksik olmazdı. Bunlar Nihat Ersoy Bey’e kadar iletildiğinde söylediği bir sözü hiç unutmadım ve devlet yönetiminde şiar edindim. O söz de şuydu; ‘Devlet hata yapmaz, yaparsa da mutlaka tamir eder.’ (…)

TC Yardım Heyeti kanalıyla bu kez TC Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünden Toprak Komisyonu adı altında bir ekip gönderildi. Bu ekip Karşıyaka’da anayol üzerinde iki katlı büyük bir binada üslendi ve 41/77 İskân Topraklandırma ve Eşdeğer mal Yasası’na dayalı olarak göçmenlerin topraklandırılması ile ilgili uygulamaları yürüttü. (…)

Güney Kıbrıs’tan ve Anadolu’dan Kuzeye göç eden ve hayata yeniden sıfırdan başlayan doksan bin göçmenin yerleştirilip rehabilite edilmesi (…) kolay değildi. (…) TC Toprak ve İskân İşleri Genel Müdürlüğü’nün deneyimli ve bilgili uzmanlarının yardımımıza gelmeleri büyük bir avantaj idi. Yüzyıllarca eski Osmanlı İmparatorluğu topraklarında göçe kucağını açan Anadolu’da, Toprak ve İskân İşleri Genel Müdürlüğü’nün köklü bir deneyimi vardı. (…) Bu noktada, TC Yardım Heyeti’ne bağlı olarak bakanlığımızla gece gündüz demeden cansiperane çalışan İsmail Karayel ve Nihat Bilgin’i zikretmeden ve kendilerine şükranlarımızı belirtmeden geçemeyeceğim.(…) 

Türkiye’den deniz yolu ile ve bir program çerçevesinde getirilen işgücü niteliğindeki göçmenler, planlı biçimde ve önceden temizlenip tamir edilen boş köylere yerleştirildi. Yine göçmenlerin Türkiye’deki yaşantılarına uygun olabilecek köylere yerleştirilmesine dikkat edildi. Örneğin Karadeniz Trabzon-Çaykara, Samsun-Bafra yöresinden getirilenler sahil boyundaki köylere iskân edildi. Antalya-Mersin bölgesinden getirilenler, göçebe-yörük, sebze yetiştiricisi, yani tarımcı kırsal nüfus olmalarına rağmen Maraş’ın şimdiki açık bölgesine yerleştirilmişler, orada sebzecilik, seracılık yapmaya yönelmişlerdi’’…

***

Yerleşimci nüfus sömürgeciliği Doktor Küçük’ün işgalin 4’üncü yılı dolmadan şikayet ettiği gibi, ‘Program çizilmeden, plan yapılmadan, adaya adam yığmak… Fakat kimin, kimlerin, nereden, hangi taraftan çağrılacağı, nerelere taksim edileceği hesabı yapılmadan ve düşünülmeden’ yürütülmedi.

Hakkı Atun’un övündüğü gibi Osmanlı devlet geleneği ve Lozan Anlaşması’ndan sonra nüfus mübadelesini yapan ‘köklü bir deneyim’ ile planlı ve programlı yürütüldü bu savaş suçu. Atun’un dediği gibi, ‘Devlet hata yapmaz, yaparsa da mutlaka tamir eder’…

Ortada sistematik bir politika var.

Tekrar altını çizelim Hakkı Atun’un anılarında yazdığı cümlenin:

-‘‘Türkiye’den deniz yolu ile ve bir program çerçevesinde getirilen işgücü niteliğindeki göçmenler, planlı biçimde ve önceden temizlenip tamir edilen boş köylere yerleştirildi’’…

Doktor Küçük işgalin 4’üncü yılında bilmiyor olabilirdi bunları, ancak uygulayıcıları biliyordu.

Dahası Raif Denktaş’ın planlı-programlı taşınan yerleşik nüfusa karşı çıktığı o meşhur konuşmayı yaptığı oturumda Aytaç Beşeşler şöyle dedi:

-‘‘Buraya kendi gelen olmamıştır. Buraya kimler nasıl, ne zaman getirildi, bunu herkes bilmektedir’’…

Bizim senelerdir yazdığımız da budur: Kendi gelen yoktur, planlı-programlı bir yerleşimci sömürgeciliği vardır.

***

Bugün, işgalin 4’üncü yılında Doktor Küçük’ün söyleyebildiklerini ağzına alabilecek bir siyasetçi yoktur; hele ki Doktor’un yazısına attığı başlıkta dediği gibi Türkiye’den gelenler ‘GERİ GÖNDERİLMELİ’ diyebilen hiç yok…

İşgalin 4’üncü yılında Doktor’un söylediklerini, işgalin 11’inci yılında ‘Kurucu Meclis’te Raif Denktaş daha da ileri götürmüştü; işgalin 22’nci yılında Kutlu Adalı öldürülmeden önce yazdığı son yazı olan ‘Sopa ve Sıpa’da yerleşiklerin tecavüz ettiği şehit kızını yazıyordu…

Şöyle diyordu Özel Harp Dairesi’nin öldürdüğü Kutlu Adalı:

‘…Bir şehit kızını kaçırmışlar, tecavüz edip kaçmışlar. Herkes işini gücünü bıraktı “F” adlı şehit kızının Filiz mi, Fidanı mı, Feride mi, Feriha mı, Fatma mı, Fatoş mu, Firdevs mi olduğunu öğrenmeye koyuldu. Herkesin merağı nasıl oldu, kim yaptı, nasıl yaptı?

– Böyle şey olur mu?
– Olur, daha da olacak!
– Böyle şey yapılır mı?
– Yapılır, daha da beteri yapılacak!

(…)

Şehit kızına tecavüz edenlere, çok şükür henüz nesli tükenmemiş olan Yargıç ne demiş:

“KKTC Dingo’nun Hanı değildir…

Sizin yüzünüzden bu toplum rüyasında bile görmediği suçları ve çirkinlikleri görmeye başladı…”

Bir yazımda, ‘‘Kutlu Adalı’nın ‘Sopa ve Sıpa’ yazısını yeniden ve yeniden yazıyoruz’’ demiştim. Adalı’nın yazısının devamını yazıyoruz işte…

***

25 Mayıs 1978 tarihinde Dr. Fazıl Küçük’ün imzasıyla Halkın Sesi Gazetesi’nde yayınlanan yazı aynen şöyle:

GERİ GÖNDERİLMELİ

Dr. Fazıl Küçük – 25 Mayıs 1978 – Halkın Sesi Gazetesi

Dört yıl tamamlanmak üzere. Tahrikler birbirini kovalıyor. Kıbrıs Türkü’nün yıllardır verdiği savaşı bilmeyen, neden burada bir Türk varlığının, Türk müdahalesini zorunlu kıldığından habersiz, lisanımızın bile hangi dilden olduğunu, ancak adaya bastıktan sonra öğrenen, Doğu’nun orman ve uzak köylerinden getirilip yerleştirilenlerden, ilerideki günlerde menfaat bekleyen kişiler, bunları daimi surette tahrik etmekte, şımartmakta ve bunun sonucu olarak da zaten bulundukları yerlerde kanun diye bir şey tanımayanlar, adanın dört yüz senelik sakinlerine kan kusturmaya başladı.

Acı yazıyoruz, çünkü mecbur ediliyoruz. Yanlış, sakat, düşünmeden gelişigüzel kapıları açanlar birinci derecede sorumluluk taşımakta, hem gelenlere ve hem de Kıbrıs Türküne büyük kötülükler işlemiş olduklarından, tarihi sorumluluktan kendilerini kurtaramayacaklardır. Program çizilmeden, plan yapılmadan, adaya adam yığmak, bugünkü huzursuzluğun doğmasında etkili olmuştur. Kazandığımız yerleri boş bırakamazdık. Fakat kimin, kimlerin, nereden, hangi taraftan çağrılacağı, nerelere taksim edileceği hesabı yapılmadan ve düşünülmeden, kendi aralarında bile mezhep kavgaları olanlar, kan davası yüzünden birbirinden uzak yaşayanlar, başka inançta olanlar, bir araya toplandı ve bu suretle birçok köylerde “Doğu Padişahlığı” kuruldu.

Diğer taraftan medeniyetin içinde yoğrulmuş, Dünya vukuatını günü gününe izleyen, kanun ve nizamlara saygı gösteren, hükümet kuvveti diye bir kuvvet tanıyan, insan hak ve özgürlüğüne saygı gösteren, kabadayılık, külhanbeylik devrini çoktan kapatan, hayatını gayri meşru yollardan değil, alınteri dökerek bir dilim ekmeği evine götürmesini bilen, elini kana boyamaktan çekinen, Türk’ü üvey kardaş değil, kendi annesinin doğurduğu bir kardeş olarak tanıyan, düşkünlere merhamet, büyüklere saygı gösteren, elini zayıfa değil, düşmana kaldırmasını bilen, izzet-i nefis ve şerefini her şeyin üstünde tutan, taassuptan, hurafelerden, şeyhlerden, tekkelerden kendini kurtarmasını bilen, cehaleti darağacına asmasını beceren, yüzde yüz okumayı yazmayı öğrenen, Atatürk ilkelerinin bekçiliğini omuzlayan ve ona kimsenin el uzatmasına müsaade etmeyen, Anavatan’ın izinde yürüyen, elinde yalnız Ay Yıldızlı bayrağı taşıyan ve yine yarınların bekçisi olan bir toplum arasına çağrılanları eğitmeden, tutacakları yol gösterilmeden, görevlerinin ne olacağı kafalara kazılmadan, kendi hallerine bırakmak ve üstelik “Haydi aslanlarım, sizler kurtardınız bizleri, başımızda padişahsınız” diye şımartmak, bugünkü kan ağlatıcı durumların doğmasına sebep olmuştur.

Biz burada yıllardır mücadele edenlerin yanıbaşlarında yer alanların, Kıbrıs Türkünün hizmetlerini inkar edecek kadar alçalanların, muhtara “Kıbrıs’a hangi trenle gidilir” sualini soranlara “kurtarıcılarımız” deyerek, nasıl kendimizi küçük düşürebilir, rezil edebiliriz?

Nankör toplum değiliz. Anavatan’ın fedakarlığı hiçbir zaman ne inkar edilebilir ve ne de bu topraklarda dövüşenlerin, kan dökenlerin hizmetleri unutulabilir. Ve ne de şehit düşenlerin aziz ruhlarını rahatsız edecek hareketlerde bulunabiliriz. Anavatan, yıllardır yarattığımız kahramanlıkları ve Türk tarihine yazdığımız sönmeyecek, silinmeyecek satırlar için gelmiştir yardımımıza. Nitekim, evvelce Kıbrıs’ta hizmet etmiş ve Orgeneralliğe kadar yükselen emekli bir Paşa şöyle demişti: “Bana milliyetçiliğin en kuvvetli olduğu yerleri soracak olursanız, Türkiye’de Kahramanmaraş’ı ve sınırlar dışında da Kıbrıs’ı gösterebilirim. Kıbrıs Türkü ağacın altında yatıp, hurmanın ağzına düşmesini beklemedi. Uğraştı, didindi, evladını kaybetti, kendisi oldu, Türklüğü dimdik ayakta tuttu. Bayrağını kimsenin indirmesine müsaade etmedi.

Bugün için bazı köylerde durum hiç de iç açıcı değildir. Hepimizi derin düşüncelere götürecek kadar ciddiyet arzetmiyor mu? Daha ziyade gelişmemiş bölgelerden gelenler, o kadar şımarmış, o kadar kendilerinden geçmiş ki, zaman zaman savurdukları şeref ve haysiyet kırıcı küfürlerini yabana atmamalı. Çünkü bu kimseler okuma yazmadan mahrum, nihayet köyündeki ağaçlardan başka ona arkadaşlık eden yoktu. Bunları çok sıkı bir kontrol altına almak zamanı gelmiştir. Vazifedeki polisin yüzüne tükürecek kadar terbiye ve medeniyetten uzak olanlar, ne kadar erken köylerine gönderilecek olursa, hem kendileri istedikleri özgürlüklerine kavuşabilir, hem de adaya yerleşenlerle Kıbrıs Türkü huzur içine girebilir. İdareciler ve hamiler bilmeli ve anlamalı ki bu gibi kendini bilmezlerin tokatı, bıçağı, tabancası bugün değilse yarın, kimsemizin beğenmeyeceği olayları çıkarabilir ortaya. Batı vilayetlerinden gelenler de bizler kadar üzgündür olan bitenlere. Onlar da hissettiklerimizi duyuyor ve üzülüyor.

SAYIN ECEVİT HÜKÜMETİNDEN RİCAMIZ, KURTARDIKLARI BU ADAYI YİNE KENDİ ELLERİYLE MEZAR YAPMASIN.

(6 Şubat 2022 tarihli Avrupa gazetesinde yayınlanmıştır)

About the author