Gazeteci Aziz Şah 11 Aralık 2024’te Avrupa Parlamentosu’nda “Kıbrıs’ın işgal bölgesindeki malların gaspı” başlığı altında düzenlenen toplantıda 50 senedir Türkiye’nin Kıbrıs’a nüfus taşıyarak ve toprak gaspı ile işlediği sistematik savaş suçlarını anlattı.
Avrupa Parlamentosu’ndaki en büyük sol grup olan Sosyalistler ve Demokratların İlerici İttifakı’nın ve Kıbrıslı parlamenter Kostas Mavridis’in düzenlediği toplantıda Cenevre Konvansiyonu ve Roma Statüsü’ne göre Türkiye’nin Kıbrıs’ta işgal ettiği topraklarda işlediği suçlar konuşuldu.
Türkiye’nin nüfus taşıyarak Kıbrıs’ta sürdürdüğü yerleşimci sömürgeciliğinin İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarında sürdürdüğü yerleşim politikasının aynısı olduğunu söyleyen Aziz Şah, toprak gaspının aynı zamanda insan ticareti-uyuşturucu-kara para aklama döngüsünün bir parçası olduğunun altını çizdi.
Türkiye’nin 50 senedir işgal altında tuttuğu Kıbrıs Cumhuriyeti toprağının statüsünü değiştirmek ve işgali kalıcı hale getirmek için Cenevre Konvansiyonu ve Roma Statüsü’ne karşı işlediği savaş suçlarını anlatan Şah, “Bu suçlardan ilki ‘zorla yerinden etme ve yerleşimci nüfus transferi suçu’dur. İkincisi ise ‘mülkiyetin hukuka aykırı ve keyfi olarak tahrip edilmesi ve el konulması suçu’dur” dedi.
1974’ten sonra Türkiye’nin nüfus taşıyarak başlattığı yerleşimci kolonizasyonunun yalnızca bir savaş suçu olmadığını, 1994 yılında BM tarafından “Sınıraşan Organize Suç” olarak tanımlanan “kara para aklama” ve “para aklamak için yasal işlere dahil olma”nın parçası olduğunu söyledi.
Başta Simon Aykut olmak üzere Kıbrıs Cumhuriyeti tarafından arazi gaspı ve kara para aklama suçlamalarıyla tutuklanan 5 Avrupa Birliği ve İsrail vatandaşının davaları üzerinden çeşitli örnekler vererek, AB şirketlerinin ve vatandaşlarının karıştığı bu suçların yalnızca Kıbrıslıların değil, AB’nin de sorunu olduğunu söyledi.
Türkiye’nin emlak ve inşaat şirketleri aracılığıyla yürüttüğü toprak gaspının amacının Kıbrıs’ta çözümü kalıcı olarak baltalamak olduğunu söyleyen Şah, toprak gaspına çözüm olarak sunulan Taşınmaz Mal Komisyonu’nun ise sorunun parçası olduğunu ifade etti. Komisyon’un kurulmasıyla toprak yağmasının hızlandığını söyleyen Şah, “Yabancı bir güç tarafından işgal edilen bir ülkede toprak gaspı ‘kişisel bir mesele’ değildir” dedi.
Aziz Şah’ın Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmanın tam metnini sizlerle paylaşıyoruz:
Kıbrıs’ın 1974’ten bu yana Türk işgali altında olan kesiminden bir gazeteci olarak buradayım. Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemen topraklarının %37’sini işgal etmiştir. İşgali kalıcı hale getirmek için sistematik olarak Cenevre Sözleşmesi ve Roma Statüsü kapsamında suçlar işlemiştir.
Bu suçlardan ilki “zorla yerinden etme ve yerleşimci nüfus transferi suçu”dur.
İkincisi ise “mülkiyetin hukuka aykırı ve keyfi olarak tahrip edilmesi ve el konulması suçu”dur.
Türkiye’nin yarım asırdır Kıbrıs’ta sistematik olarak işlediği savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar insanlık için ne anlama geliyor?
Cezasız kalan suçlar tekrarlanır!
1949 Cenevre Sözleşmesi’nin 49. Maddesi “İşgalci Güç, kendi sivil nüfusunun bir kısmını işgal ettiği topraklara sürmeyecek veya nakletmeyecektir” der. Bu maddenin, Nazilerin İkinci Dünya Savaşı sırasında işgal ettikleri topraklarda izledikleri sömürgeleştirme politikalarının tekrarlanmaması için yazıldığını hatırlatmak isterim.
Türkiye’nin Kıbrıs’ta toprak gasp etmesinin temelinde, Cenevre Sözleşmesi ve Roma Statüsü’ne göre savaş suçu olan yerleşim yerleri inşa etmek ve işgal altındaki topraklara nüfus aktarmak yatmaktadır.
Ancak mesele bu savaş suçlarıyla sınırlı değildir:
Toprak gaspının iki ayağı daha var: Sınıraşan organize bir suç olarak tanımlanan “kara para aklama” ve “para aklamak için yasal işlere dahil olma”. Her ikisi de arazi gaspı ile doğrudan bağlantılıdır.
Gasp edilen araziler üzerine yapılan inşaatlar, insan ticareti-uyuşturucu-kara para aklama döngüsünün bir parçasıdır.
Kıbrıslı gazeteciler inşaat şirketlerinin Asya ve Afrika’dan insan kaçakçılığına aracılık ettiklerini de belgelemişlerdir. Kıbrıs, kişi başına düşen sığınmacı sayısında Avrupa Birliği’nde birinci sırada yer alıyor. Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki Purnara Mülteci Kampı, işgal altındaki bölgeye “işçi” kisvesi altında getirilen göçmenlerle dolup taşıyor.
Kıbrıs’ın işgal altındaki kesimindeki kara para, paravan şirketler aracılığıyla dünya ve AB pazarına girmektedir.
1974’te evlerinden kovulan Kıbrıslı mültecilerin şikâyetleri üzerine 2024 yılında beş kişi hakkında Kıbrıs Cumhuriyeti mahkemelerinde arazi gaspı ve kara para aklama suçlarından dava açılmıştır. Suç işleyen daha yüzlerce yağmacı inşaat ve emlak şirketi var.
Gözaltına alınanların en önde geleni, Türk vatandaşı (aynı zamanda İsrail ve Portekiz vatandaşlığına da sahip) ve AFİK inşaat şirketinin yöneticisi Simon Mistriel Aykut’tur.
Aykut’un yanı sıra bir İsrailli, iki Macar ve bir Alman emlakçı da Kıbrıslı mültecilerin şikâyetleri üzerine toprak gaspı ve kara para aklama suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı.
Kıbrıs’ta arazi gaspı sadece Kıbrıslıları ilgilendirmiyor.
Gasp vakaları Alman ve Macar devletlerini ve AB’yi de etkilemektedir çünkü gasp edilen mülkler Macar ve Alman emlak şirketleri aracılığıyla satılmış ve reklamları yapılmıştır.
Kıbrıs’ın işgal altındaki kesimindeki bu yasadışı işlemlerden elde edilen para Almanya ve Macaristan’a aktarıldı mı? Eğer öyleyse, nasıl?
Sadece bu basit sorular bile Kıbrıs’ın işgal altındaki kesiminde toprak gaspı meselesinin aynı zamanda bir AB meselesi olduğunu göstermektedir.
Savaş suçu işleyen ve 1974’te silah zoruyla kovulan mültecilerin toprakları üzerinde yerleşim yerleri inşa ederek bireysel mülkiyet haklarını gasp eden AFİK şirketinin yöneticisi Simon Mistriel Aykut’un durumu daha da karmaşıktır. Kıbrıs’ta toprak gaspı suçunu işleyen AFİK şirketi aynı zamanda Almanya, Yunanistan, Türkiye ve İsrail’de de faaliyet göstermektedir. Kıbrıslı gazeteciler tarafından yayınlanan belgelere göre Aykut ailesinin Cayman Adaları, Hollanda ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nde de şirketleri bulunuyor.
Kıbrıs’ta arazi gaspı AB için ciddi bir sınıraşan suçtur. Gasp edilen topraklar üzerinde inşa edilen yerleşim yerleri, kaynağı bilinmeyen kara para ile finanse edilmektedir. Bu mülkler Rus, Ukraynalı, İranlı, İsrailli, Alman, İngiliz, Macar ve Doğu Avrupalı emlakçılar ve şirketler tarafından Avrupa da dahil olmak üzere dünya çapında pazarlanmaktadır.
Bu durum, Avrupalı şirketler tarafından pazarlanan Batı Şeria’daki ve gelecekte potansiyel olarak Gazze’deki yasadışı yerleşimlere benzemektedir.
Türkiye ve İsrail’in işgal altındaki topraklardaki yerleşim politikaları aynıdır. Bu durum Birleşmiş Milletler kararlarında da açıkça görülmektedir:
Kıbrıs için 33/15 (1978), 34/30 (1979), 37/253 (1983), 4 (XXXII) (1976) ve 1987/50 (1987) sayılı kararlar “Kıbrıs’ın demografik yapısındaki değişikliklerin çok sayıda yerleşimcinin akınıyla devam ettiğini” belirtmekte ve “demografik yapıyı değiştiren tüm tek taraflı eylemlerin” mültecilerin ve yerinden edilmiş tüm kişilerin evlerine dönmesini engellediğini savunmaktadır.
İsrail’e yönelik 446 (1979), 452 (1979), 465 (1980) ve 2234 (2015) sayılı kararlarda “Dördüncü Cenevre Sözleşmesini ihlal eden ve barışın önünde bir engel teşkil eden yasadışı yerleşim inşaatlarına son vermesi” çağrısında bulunulmaktadır.
İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarındaki yerleşim politikasını eleştiren Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan geçtiğimiz günlerde şunları söyledi:
-“Birisinin toprağını işgal ediyorsunuz. İşgal etmekle kalmayıp evine el koyuyorsunuz, yıkıyorsunuz, dışarı atıyorsunuz, sonra bir başkasını getirip oraya koyuyorsunuz, sonra buna da bir terim buluyorsunuz ‘yerleşimci’ diyorsunuz. Bunun adı hırsızlıktır”…
Fidan İsrail’in yerleşimci sömürgeciliğini eleştirirken, Türkiye’nin son 50 yıldır işgal altındaki Kıbrıs’ta sürdürdüğü mülke zarar verme ve toprak gaspı suçunun aynısını tarif ediyor.
Gerçekten de Hakan Fidan’ın belirttiği gibi, yerleşimci sömürgeciliği hırsızlıktır.
Özetle, Kıbrıs’ta toprak gaspının, savaş suçlarına ek olarak, BM tarafından 1994 yılında “terör eylemleri, insan kaçakçılığı, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı” gibi suçları içerecek şekilde tanımlanan “sınıraşan organize suçlar”ın bir parçasını oluşturduğunu anlamak önemlidir.
Peki, Türkiye’nin emlak ve inşaat şirketleri aracılığıyla yürüttüğü yerleşim inşasının arkasındaki siyasi motivasyon nedir?
Türkiye’nin toprak gaspı politikası, Kıbrıs’ta AB Temel Haklar Şartı ve AB müktesebatına dayalı herhangi bir çözümü kalıcı olarak baltalamayı amaçlamaktadır.
1974’ten sonra Türkiye sistematik olarak ırkçı bir apartheid rejimi kurmuştur. İlk olarak Kıbrıslı Rumlar, Ermeniler ve Maronitler evlerinden sürülmüştür. 1975 yılında Türk Dışişleri Bakanlığı, yerleşimcilerin Kıbrıs’a taşınması için bir “yönetmenlik” yayınladı. Bu talimata göre, “Kıbrıs’a yerleştirilen aileler Türk vatandaşı olmalı ve anadilleri Türkçe olmalıdır.” Yerleşimci kolonizasyonu Kıbrıs’ı Türkleştirmeyi amaçlamaktadır.
Türkiye 1975 yılında Kıbrıs’ın işgal altındaki bölgesine yasadışı bir şekilde insan yerleştirmeye başladığında, mülkler boş değildi. Yaklaşık 20,000 Kıbrıslı Rum evlerinde kalmıştı. Etnik temizlikle geçen 50 yılın ardından bugün sadece 300 kişi kalmıştır.
1995 yılında işgal rejimi “İskân, Topraklandırma ve Eşdeğer Mal (İTEM) Yasası”nı yürürlüğe koyarak gasp edilen topraklar üzerinde satış ve inşaat yapılmasının önünü açtı. İnşaat patlaması 1995’ten sonra hızlandı.
Dönüşüm, 2001-2004 yılları arasında Kıbrıs sorununun çözümü için Annan Planı’nın müzakere edilmesiyle devam etti. Annan Planı’na göre gaspçıların asıl sahiplerine göre önceliği olacaktı. Plan reddedilmiş olmasına rağmen, işgal rejimi bunu toprak gaspı için bir temel olarak kullanmaya devam etti.
Kıbrıs’ın işgal altındaki kesiminde 1993 yılında toplam 694 konut inşa edilmiştir. 2003 yılında Annan Planı ile birlikte bu sayı iki katına çıkarak 1.354’e ulaştı. 2013 yılında 2.882 konut inşa edildi ve 2023 yılında bu sayı 4.141’e yükseldi. İnşaat patlaması katlanarak devam ediyor…
Yabancı bir güç tarafından işgal edilen bir ülkede toprak gaspı, mültecilerin kendi başlarına çözebilecekleri “kişisel bir mesele” değildir.
Uluslararası hukuka göre işgal geçici bir durumdur, işgal rejiminin taşınmaz mallar üzerinde kalıcı etkileri olamaz. Özel mülkiyet gasp edilemez. Arazinin statüsünü değiştirmek için kalıcı yerleşimler kurulamaz.
Birçok Kıbrıslı mülteci Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde bireysel davalar açmıştır. Mahkeme bu davaların yüküyle baş edememiştir. Sonuç olarak, işgal rejimi altındaki Taşınmaz Mal Komisyonu, 19 yıl önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen bir kararın ardından kurulmuştur.
Komisyon’un açıklamasına göre, 29 Kasım 2024 tarihi itibariyle toplam 7.849 başvuru yapılmış ve bunların 1.892’si değerlendirilmiştir.
Bu, yaklaşık 170.000 mülteciden 19 yılda sadece 1.892 dosyanın değerlendirildiği anlamına geliyor!
Üstelik Taşınmaz Mal Komisyonu, tazminat olarak mülkün değerinin en fazla onda birine hükmediyor. Bu tazminatlar genellikle yıllarca ödenmiyor. Çünkü Komisyon kararının uygulanabilmesi için işgal rejiminin bir yetkilisi tarafından imzalanması ve kabul edilmesi gerekiyor. Dosyalar imzalanmadan yıllarca beklemekte ve mültecilerin mağduriyetini daha da artırmaktadır.
Taşınmaz Mal Komisyonu çözümün değil, sorunun bir parçası haline gelmiştir. Çünkü işgal rejimi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi mülkiyet konusunda aynı amaca sahip değildir.
Taşınmaz Mal Komisyonu sorunu çözmenin ötesinde çığ gibi büyüyen bir arazi yağmasına neden olmuştur. Komisyonun kurulması gaspçılar için bir güvence olmuştur. Gasp ettikleri mülklerin bedelini ödemeden paçayı kurtarabileceğini anlayan şirketler toprak yağmasına hız verdi.
Bugün Taşınmaz Mal Komisyonu mültecilere karşı bir silah olarak kullanılıyor. Kıbrıslı mültecilerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde tazminat davası açmaları bile engellendiği için gaspçılar rahatladı. Bu da bir insan hakları ihlalidir: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 34. maddesine göre, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru hakkının etkili bir şekilde kullanılması hiçbir şekilde engellenemez.
Mültecilerin ve onların soyundan gelenlerin geri dönüş hakkı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Dördüncü Cenevre Sözleşmesi tarafından tanınan bir haktır.
Kıbrıslı mültecilerin mülkiyet davalarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından işgal rejimindeki Taşınmaz Mal Komisyonu’na devredilmesi, toprak gaspçılarını cesaretlendirmiştir.
“Mülkiyet kişisel bir meseledir” gerekçesiyle mültecilerin yalnız bırakılması kabul edilemez. Mülteciler savaşta mülklerini kaybettiler… Kıbrıs’ta toprak gaspı “kişisel bir mesele” değildir. İşgalci bir gücün toprağın statüsünü ve bir ülkenin kimliğini değiştirmesi savaş suçu teşkil eder ve kara para aklama da dahil olmak üzere sınıraşan organize suçların bir parçasıdır.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) kurucu yargıçlarından ve Temyiz Dairesi’nin ilk başkanı olan Kıbrıslı Georghios M. Pikis, Mahkeme’nin savaş suçları ve insanlığa karşı suçları kovuşturmak üzere Roma Statüsü uyarınca kurulmasının ardından 2003-2009 yılları arasında görev yapmıştır. UCM ile ilgili bir konferansta şunları söylemiştir:
-“Adalet olmadan barış olamaz ve barış olmadan insan varlığı güç, egemenlik, zenginlik ve birbirini izleyen insanlık dışı eylemler için güçlülerin kötü tutkularının insafına terk edilir.”
Kıbrıslılar olarak, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Kıbrıs için çalışmasını istiyoruz. Kıbrıslıların insan hakları işgalcinin insafına bırakılamaz. Yağmalanan topraklar ve gasp edilen insan hakları tüm Kıbrıslılara aittir.
“Adalet olmadan barış olamaz.”