The Algos of Nostos: “Geri Dönüşün Acısı”

Aziz Şah – Alman tarihçi Heinz Richter Kıbrıs trajedisinin büyüklüğünü anlatırken şöyle der:

-İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Alman nüfusunun 5’te 1’i mülteci konumuna düşmüştü, Kıbrıslı Rumların ise 3’te 1’i evini kaybetti. 

Özgür bölgedeki dostlarımın hemen hemen hepsi ya mültecidir ya da mülteci soyundandır: Yani, hafızası tek vatanı olan insanlar.

Uzun bir masada oturuyoruz Mağusa, Varoşa, Derinya, Girne, Lapta, Omorfo ve Ayios Amvrosios’tan mülteci ve mülteci çocuğu arkadaşlarımla.

Omorfolu olan çantasından küçük bir deftercik çıkarıp koydu masaya. Ne olduğunu hissettim…

-Babamın mülteci karnesi/kimliği, dedi.

Masadakilerin çoğu savaşta çocuktu ya da savaştan sonra doğduğu için hatırlamıyor. Ailenin sadece babasına verilirmiş bu kimlik…

Kıbrıs’ın işgal bölgesinde evlere “TUTULMUŞTUR” yazısı asılırken, gasp edilen evlerin sahibi Rumlara da mülteci karnesi veriliyordu.

Omorfolu dostum:

-“Babam, ‘bunu sana miras bırakıyorum, bundan sonra sen sakla’ dedi”…

Kızına miras olarak mülteci kimliğini bıraktı…

Konu mülteciliğe geldiğinde onunla konuşurken gözlerine bakmaya çekinirim. Omorfo’daki evinin fotoğrafını gösterirken gözleri dolduğunda fark etmiştim, sonra bir daha bakamadım.

Ne yazar defterde, diye sordum. Okumaya başladı…

Farklı tarihlerde ve yıllarda:

-Bir battaniye…

-Çocuk kıyafeti…

-İki ceket…

-İki battaniye…

-Bir paket sigara…

-Bir pantolon…

-İki çift ayakkabı…

-Bir paket sigara…

-Kadın elbisesi…

-Bir çift ayakkabı…

1978’e kadar gidiyor böyle.

O bunları sıralarken Kıbrıs’ın işgal bölgesinde olanlar geçiyordu aklımdan.

Mülteciler battaniye kuyruğundayken evlerine Türkiyeli yerleşimciler taşınmıştı.

Mültecinin karnesine bir çift ayakkabı yazılırken Kıbrıs’ın işgal bölgesindeki sözde mecliste “milletvekilleri” ganimet arabaları üleşiyordu kendi arasında.

Mültecinin karnesine bir paket sigara yazılırken Türkiye’den gelen sömürgeci bürokratlar işgal altındaki köylerin isimlerini Türkleştirirken Türkiye’deki sigara markalarının isimlerini veriyordu köylerimize:

-Maltepe, Gelincik, Sipahi, Bafra!

***

Başka bir dostum var Varoşalı. 14 yaşında terk etti şehri, portokal bahçeleri vardı Derinya’da…

Çadırlarda yaşayan 30 bin Kıbrıslı mülteci kadın 1975’te Varoşa’ya yürümüştü, o sırada hâlâ Türk işgali altındaki Varoşa yağmalanıyordu.

30.000 kadının içinde o da vardı. 1989’a kadar Women Walk Home ile evine dönmek için yürüdü.

O’ndan dinlemiştim Kıbrıs’ta işgale karşı tek gerçek mücadele olan Women Walk Home mücadelesini BM görüşmelerindeki “olumlu hava”yı baltalıyor diye bitirenin Cumhurbaşkanı Vassiliou olduğunu…

1975’te 3 gün 3 gece Varoşa’nın kapısında yattı. Yağmur yağıyordu…

O sırada Varoşa yağmalanıyordu. Birleşmiş Milletler askerleri de Varoşa yağmalansın diye 30.000 kadına barikat olmuştu.

Geçenlerde evinin fotoğrafını gösterdi bana. Google’da bulmuş…

Varoşa’daki yüksek otellerden birinin damından çekilen fotoğraflardan birinde evi görünüyor.

Yabancı bir ordunun işgali altındaki, fotoğrafını çekmeniz yasak olan evinizin fotoğrafını rasgele Google’da buluyorsunuz.

-Nasıl bir duygudur aceba?

Türk işgal rejiminin Las Vegas yapacağım ya da Trump’ın deyişi ile “riviera” dediği kıyı şeridinde.

Pencereyi açınca Varoşa’nın denizi var karşınızda, kapıdan çıkınca kumsal…

Masal gibi bir ev, işgal altında.

Leymosun’da çiftlik bölgesi vardır. Portokal bahçelerinin içinden geçersiniz.

-“Ben geçemem oradan” dedi…

-“Portokal çiçeği kokusuna dayanamam, çocukluğumun kokusudur, Derinya’daki bahçelerin kokusu”…

Onu dinlerken aklıma Leyla Halid’in çocukluk anısı gelmişti.

4 yaşında terk ettiği “Hayfa’ya geri dönebilseydiniz yapacağınız ilk şey ne olurdu?” diye soran gazeteciye şöyle der:

-“Evimiz hâlâ orada mı diye bakmaya koşardım. İnsanların şarkı söylediğini, dans ettiğini hayal ediyorum. Ve bir portakal ağacının altında uyurdum. Portakaldan nefret ederdim çünkü Lübnan’daki akrabalarımızın ağaçlarından portakal toplamak istediğimde annem beni azarlar ve ‘Onlar bizim portakallarımız değil, bizim portakallarımız Filistin’de’ derdi”…

***

Bu okuduklarınızı yazmamak için direndim. Çünkü hem hakkını vererek yazmak gerek hem de mahrem buluyorum acılarını. Ama aynı zamanda müzede sergilenecek kadar herkesin mahremi. Aynı acılar benim güneyli annemde de var. Uluorta bağırıp çağırmıyor bu insanlar, hafızaları tek vatanlarıdır…

Fotoğraf sanatçısı sevgili dostum Stefanos Kouratzis Mağusa’nın kitabını yaptı: The Algos of Nostos.

Bu kitabı nasıl yazsam diye düşündüm, çok zor yazmak.

O kadar ağır ki anlamı: “Algos” acı çekmektir, “nostos” ise geri dönmek.

Kitabın adı “Geri Dönüşün Acısı”…

About the author