Oz Karahan – Topraklarındaki mevcut siyasi veya ekonomik sıkıntılar sebebiyle “elalemin memleketinde” yaşamını sürdüren zavallıları Berlin’de yaşadığım dönem çok net gördüm ve tanıdım.
Avrupa’nın başkenti diyebileceğimiz bu şehrin artık merkezi olmuş gettolarında yürümek, hiçbir işe yaramadan hayatlarını sürdüren insanlar segisinde gezmek gibi. Bunların çoğu, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası işçi ihtiyacını karşılamak maksadıyla başlattığı “Gastarbeiter” yani “Misafir İşçi” programı ile ülkesine aldığı insanlar. Sırasıyla, İtalya, İspanya, Yunanistan, Fas, Portekiz, Tunus ve Yugoslavya’dan Almaya’ya gelen insanların hepsi anlamına uygun şekilde “misafirlikleri” bitince ülkelerine dönerken, damarlarında taşıdıkları “asil” işgalci kanı ile Türkler evlerine dönmeyip elalemin memleketlerinde sorun çıkarmaya devam etmeyi tercih ettiler. Bunlara birde son yıllarda kendilerine “yeni dalga” diye havalı isim takmaya çalışan, Türkiye’deki AKP rejiminden kaçan seküler işe yaramazlar katıldı.
Biliyorum, hikaye şimdiden çok tanıdık ama bizim topraklarımızda yaşattıkları trajedileri henüz Almanya da yapmaya cesaret edemediler. Orada henüz Kıbrıs’a da ilk geldikleri gibi “gariban köylü” imajlarını koruyarak, şark kurnazlıklarıyla devletin sosyal yardımlarını sömürmeye devam ediyorlar.
Tabii bu durum nüfusları buradaki gibi artınca, azgınlıkları ve taşkınlıkları ile içinde yaşadıkları toprakların düzenini yerle bir etmeye başladıklarında değişecek.
Ama son yıllarda buna tepki olarak Avrupa halkları, Kıbrıslıların “sin da gulle geçsin” felsefesini benimsemediğinden, ülkelerindeki radikal oluşumları desteklemeye başladılar bu sülüklere karşı.
Avrupalılar, eski ve kokmuş düzenini temsil eden, ülkelerindeki işe yaramazları bir “oy kaynağı” olarak gören ve bunu “çok kültürlü zenginlik” olarak ambalajlamaya çalışan merkez-sağ ve sol eğilimli partilere verdikleri ders ile tarihe geçti geçtiğimiz yıllarda. Bu merkez-sağ ve sol partilerin bunca yıldır “elalemin memleketinde” yaşamaya meraklı kan emicilerin kendi toplumlarının yaşadığı sosyal, kültürel ve ekonomik baskıların nedeni olduğunu kamufle etme amacıyla gösterdikleri çaba, insanlarının oy sandığında verdiği tepkiyle son buldu.
Tabii bunları örnek olsun diye anlatmıyorum. Zaten biz, Kıbrıslılar diğer Avrupalıların aksine tam anlamıyla böyle bir tepki verebilmiş bir toplum olamadık hiçbir zaman. İşgal altında yaşarken böyle bir tepkinin sözde seçimlerle ya da birkaç sokak mitingiyle verilecileceğini düşünmek abesle iştigal olduğu gibi, tarihin ve dünya kamuoyunun haberi dahi olmadığı bu tür “toplumsal varoluş” mücadelelerimizin bizi hiçbir yere götürmediği ve götüremeyeceği nettir.
Konuşmalarımızda bile basit bir “hassiktir” bile diyemeyerek, “Arif hocanın dediğinden” gibi sadece bizim anlayabileceğimiz şifreli korkak tepkiler vererek içten içe yok oluyoruz. Yaptığımız ufak çaplı başkaldırışların, sözde seçimlerde alınan küçük zaferlerin ve ara sıra yaptığımız tutarsız çıkışları, dünya tarihin ve halkarının önemsediği zannediyoruz. Bu zayıf mücadelenin bugün yada ileride başımız dik bir şekilde “Kıbrıslı” olabildik dememize yardımcı olmadığını, arasına sıkıştığımız Beşparmaklar ve Mesarya’dan çıkınca anlayabiliyoruz.
Aynı zamanda yalnızca, Afrika gazetesi, Yasemin Hareketi ve Kıbrıslılar Birliği gibi değerlerin dünyanın gözünde Türkçe konuşan Kıbrıslıları, soykırıma karşı mücadele veren onurlu bir halk olarak gösterdiğini de.
Peki hal böyleyken, nasıl olurda toplumumuzun bir kesimi hala çözümü “çok kültürlülük zenginliktir” sözünü utanmadan, sıkılmadan kullanan Kıbrıslı siyasi cephelerde bulabiliyor?
Çözümün yolu diğer Avrupalıların, topraklarını, işlerini, aşlarını ve çocuklarının geleceğini korumak için verdiği tepki gibi bir mücadelenin verilmesidir. Onlar yılanın başını küçükken ezerken, biz ne zaman uyanıp o yılanın son olarak başımızı da yutmasından önce birşeyler yapmaya başlayacağız dersiniz?
(24 Kasım 2019 tarihinde Afrika gazetesinde yayınlanmıştır)