Oz Karahan – 10 Kasım tarihinde işgal altındaki topraklarda, işgale yarım ağızla “işgal” diyen insanların da organize etmesiyle bir “demokrasi ve irade” mitingi yapıl-mış…
Her mitingde olduğu gibi birbirini tanıyan üç beş bin Kıbrıslı bir araya gelerek adını tam olarak veremedikleri bir yerlere yürümek suretiyle buluş-muş…
“Be Hasan, sen de geldin yine ha, yaşşa” ve “bak o Refika’ya gelmedi bu mitinge, yoksa o da gaçdı Londra’ya” gibi cümleler ile bir avuç insan birbirinin yoklamasını al-mış…
Yine büyük prodüksiyon ve harcamalar ile bolca yuvarlak göndermeli, önceden belirlenmiş sloganlı, şarkılı ve şiirli sahnelerin önünde içtima gerçekleş-miş…
Ve yine bu büyük mitingden ada yarısındaki insanlar dışında kimsenin haberi olma-mış…
Ne uluslararası bir medya kuruluşunun, ne de “barış” yapmak istedikleri tellerin öteki tarafındaki Kıbrıslıların.
Mitingi izleyebildiğim kadar izledim.
Organize edenlerin bildirilerini okuyabildiğim kadar okudum.
Bir kere de yanılmak isterdim ama olmadı.
“Müdahale” ve “irade” gibi lafların altını bile dolduramayan, kimin, ne zaman, nasıl müdahale ettiğinin bile söylenmediği bir miting daha geçmiş gitmiş.
Mitingi organize eden Akıncı gençliğinin kafa karışıklığı aslında Akıncı’nın kaypak siyasetinin meydanlara yansımasıydı…
İlk bildirilerinde bile Türkiye’nin adının doğrudan ele alınmaması ve insanların bu duruma gösterdiği tepki neticesinde organize eden grubun arasındaki kavgalar sonucu ikinci bir bildiri yayınlanarak Türkiye’nin adına ufaktan değinildi…
“Sığınacak liman” ve “beni tehdit ettiler” gibi bir durum işte.
15 Kasım’da Erdoğan’ın geleceği bilindiği halde böyle bir mitingi 10 Kasım’da düzenlemek zaten bu mitingin sadece “birilerinin” siyasi çıkarları için yapıldığını bağırmaktadır.
Zaten işgal rejimi otoritelerinden 15 Kasım için nasıl izin alacaklardı değil mi?
İşgal altında “demokrasi ve irade” arayanların işgal rejimi otoriteleri tarafından izinsiz bir miting yapmalarını da beklemek komik olurdu zaten.
Şimdi size bir soru:
Sizce 21. yüzyılda, yani dünya siyasetini sistemler ve uluslararası işbirliklerinin belirlediği bir zamanda bir mitingi ya da siyasi herhangi bir duruşu anlamlı kılan nedir?
Elli, yüz ya da üç bin, beş bin kişinin bir araya toplanması ve işgal altındaki küçük bir adanın işgal altındaki küçük bir kısmında net olmayan sloganlar ile kendi kendilerine bağırması mı?
Yoksa işgale karşı mücadele için net tezler altında örgütlenerek, mücadeleye hem dünya halklarından hem de siyasetinden sempatizan ve dayanışma kazanıp, Türkiye’yi uluslararası sistemde zor durumda bırakmak mı?
Dünya solu ve anti-emperyalistlerinin Kıbrıs diye bir yerin varlığından haberi yok ise bunun sebebi onların cahilliği değil, buradaki insanların çoğunun gailesizliğidir.
Üniter Kıbrıs ve konsesyonal Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dönüş için mücadele veren Kıbrıslılar Birliği kuruluşu kendi kısıtlı özkaynakları ile bu mücadeleyi inandığı değerler uğruna özveri ile vermekte ve bugün uluslararası siyasi yapılanmalar için “Kıbrıs” ile özdeşleşmeye devam etmektedir.
Federal Kıbrıs’ı falan savunan AB fonları içine boğulmuş, yeterince kaynağı bulunan cephelere tavsiyem ise bu içi boş ve etkisiz mitingler gibi siyasi faaliyetlere ayrılacak bütçelerini de kaynaklarına ekleyip, kuracakları bir çatı örgüt ile Brüksel’de, New York’ta, Londra’da, içinde cengaver gibi çalışacak 1-2 kişinin olduğu ofis açmaları ve buralardaki her kuruluşun, her parlamenterin, her uluslararası örgütün kapısını çalıp, uluslararası basının yakasını bırakmamalarıdır.
Tabii bunları yapmak biraz küçük “ego” ve biraz büyük “bronzo” ve bolca emek ister ki bunlar elinde güç ve kaynak bulunanlarımızın da eksiklerinin başında gelmektedir.
(15 Kasım 2020 tarihinde Avrupa gazetesinde yayınlanmıştır)