Çalsın Zorba sonsuza kadar!

Şener Levent – Günlerdir hem vahşet hikayeleri anlatıyorum size, hem Theodorakis’i dinliyorum…

Müziğin Tanrısının bir parçasından diğerine atlıyorum…

Aynı parçayı bazan birkaç kere üstüste dinliyorum…

Vahşetle eşsiz müzik arasında gidip geliyorum…

Bu hayat dolu müzikle vahşet daha da derinleşiyor…

Kurbanlarla empati yapıyorum…

Öldürüleceğini bile bile karşısındaki askere yalvarmayan ve “Ben köyümü terketmem, bu köy benim köyüm” dedikten sonra rahmine iki şarjör mermi boşaltılan kadın…

Henüz nefes alıp verirken kuyulara atılan yaralı askerler…

Bağırmak istiyorum…

Bağıramıyorum…

Boğazım düğümleniyor…

Gör ey ahali gör bunları…

Barışın değerini ve savaşın dehşetini anlayarak gör…

Ve 47 yıldır bayram olarak kutladığın o günde buralarda, bu topraklarda neler olmuş bak da gör…

Bayram diye kutlanır mı bu kan, bu tecavüz, bu ateş, bu yağma?

Sen zafer mi diyorsun buna?

Bu vahşete…

Şişmiş, kokmuş, kanlı cesetler yol boyunca…

Çiçeklerini sulayan kadını bile vurmuşlar balkonunda…

Ah Theodorakis ah…

Ah Zorba!

Şimdi sensiz nasıl çekilir bu dünya…

Hep yalnızdık, ama daha çok yalnızız şimdi…

Tanışmazdık…

Ama birer kol gibi yakındık…

***

Trene bindirmiş şifreleri…

Costa Gavras’ın Auschwitz’e giden o kara treni gibi…

Trene binmek demek esirleri öldürün demek…

Kıbrıs’ta tren yok!

Ölüm rayları var…

Toplu cesetlerin üstüne toprak yığan dozerler var…

Kör kuyular var…

“Öldürmek benim sanatım” diye övünen caniler var…

Bak daha neler anlatıyor tanık…

Türkiye’de Seyhan nehrinin hemen kıyısında, bir bahçede, 80 metre uzunluğunda 4 metre genişliğinde ve yine o derinlikte bir kuyu açmalarını söylemiş komutanlar onlara…

Sonra gelip, “burada ne görür, ne duyarsanız, hepsi bir sır olarak kalacak” demişler kendilerine…

Silahlı askerler kamyonlarla ağır torbalar getirmişler sonra…

-Alın bunları, kazdığınız o kuyuya atın, demişler.

Başlarında bekleyen subayların eşliğinde, bağlı olan o çadır gibi sağlam torbaları o kepçe ile çukura boşaltmışlar. Toprakla örtmüşler üstlerini… Toprağı iyice bastırmışlar, kalanını da nehrin kenarına set gibi koymuşlar…

Bu kayıpları arayanlar boşuna aramasınlar…

Çoktan Seyhan nehrinin sularına karışıp gitti onlar…

Yurdunda gömülmek bile nasip olmadı…

***

Bu yazıları yazarken sevgili bir dostum geldi…

O da 74 Temmuz’unda yaşadığı bir olayı anlattı…

Dikomo köyüne yollamışlar onları…

Türk askeri yapacağı ‘temizliği’ yaptıktan sonra köye girmişler…

Bakmışlar, bütün kapılar açık…

Her yer darmadağın…

Yalnız bir evin kapısı kapalı…

Orayı açıp girmek istemiş arkadaşlarıyla…

Kapı açılmamış bir türlü…

Zorlamışlar…

Açılınca çuval gibi bir şey düşmüş kapının arkasına…

Bir de ne görsünler…

Ölü bir adam…

Öldürmüşler ve kapıya asmışlar onu meğer…

-Bir odaya girdim sonra, diyor… Bir de ne göreyim… Şok geçirdim, sarsıldım… Yatakta kanlar içinde genç bir kadın, kucağında da ona sarılmış 1 yaşlarındaki yavrusu… İkisi de kurşunlanmış, ikisi de ölü…

Tüm bunlar biz bu dünyada yaşarken oldu sevgili Mikis…

Senin notalarına girdi bunlar…

Akropol’a gözyaşları oldu…

Kazancakis’in Girit Zorbası bile ağladı…

Biz ağladık…

Öldürenler bayram yaptı…

***

Şimdi gaziler gelir gider buralara her Temmuz…

Şeref misafiri olurlar tanklı toplu bayramda…

Bense onlara baktıkça, rahmine iki şarjör mermi boşaltılan o zavallı kadını hatırlarım…

Ölü annesinin kucağında yatan o ölü yavrucuğu…

Hangi gazinin işi acaba bunlar?

Göğsündeki madalyalar ne madalyası?

Çalsın Zorba Mikis…

Çalsın…

Sonsuza kadar!

(5 Eylül 2021 tarihinde Avrupa gazetesinde yayınlanmıştır)

About the author