Oz Karahan – Türkçe konuşan Kıbrıslı toplumu içerisinde entelektüel muhabbetler zor bulunuyor.
Bazı durumlarda yazı yazmanın da manası olmadığını düşünmek zorunda bırakıyor bu topraklar insanı.
Nedeni ise çok basit bir şey…
Artık kendimize açıkça itiraf etmemiz gerekir ki bu topraklarda Rumca konuşan Kıbrıslıların gerçekten bir dili ve dini olmuşken, Türkçe konuşan Kıbrıslıların ne bir dili olmuş ne bir dini.
Bu elbette kötü bir şey değil…
Dünyanın “aynı dile ve dine” sahip halkları bile birlikte yaşama konusunda pes etme evreleri geçirirken Kıbrıs’ta hala birlikte yaşamak isteyen insanların olabilmesinin en büyük sebebi hatta.
Ancak düzgün bir dile sahip olamamak entelektüel gelişimi negatif etkilemekte ve bu da gerçekler ve dünya ile Türkçe konuşan Kıbrıslıların arasındaki kopukluğu yaratmakta.
Bunun en önemli örneği, siyaset ve toplumsal konuların konuşulduğu bütün ortamlarda muhabbetin dönüp dolaşıp “millet”, “milliyet”, “milliyetçilik”, “ulus”, “halk” veya “toplum” gibi abece niteliğindeki terimler hakkında bile hemfikir olamamaya gelmek!
Bunun sebebi ise, Türkçeyi Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra oradan İngilizlerin Kıbrıslıları bölmek adına getirttiği Türkçe öğretmenleri ve Rumca konuşma yasaklarıyla (‘Vatandaş Türkçe konuş!’) yeni öğrenen bugünkü Türkçe konuşan Kıbrıslıların hiçbir dile tam olarak hakim olamaması.
Bu sebeple “millet” terimi yerine “ulus” kullanılarak Kıbrıslı milletinin olmayacağı iddia edilir; ırkçılık ile milliyetçilik karıştırılarak “tüm milliyetçilikler faşizme götürür” gibi ucube çıkarımlar yapılır; “milliyetçilik” lanetlenir…
Bu tarihi dış etkenler sebebiyle “hiçbir dile hakim olamama” durumu üzücü olmasının yanısıra aynı zamanda Türkçe konuşan Kıbrıslıların dünyadaki siyasi hareketler ile bütünleşebilmesinin de önüne geçmektedir.
Paralel evrende bu yanlış edebiyat ile “solculuk” oynayan siyasi hareketlerimizin dünyadaki hiçbir uluslararası ilerici siyasi birlik veya örgütle ilişkisi yokken, tüzüğünde “Kıbrıs milliyetçiliği” terimine yer veren Kıbrıslılar Birliği gibi örgütlerin kapısını dünya üzerindeki tüm sosyalist ve hatta Marksist-Leninist uluslararası birliklerin çalması da bundandır.
Kısaca bu terminolojilerin “Türkçe”deki karşılıklarını bilememek, siyasi yapıların Beşparmaklar ve Mesarya arasına sıkışmasının başlıca sebebidir.
Millet, Arapça kökenli ve Osmanlı döneminde Türkçedeki yerini sağlamlaştırmış bir kelimedir ve Arapça sözlük anlamı “din kardeşliği” gibi aynı din ve mezhepten insanı tanımlamak için kullanılmaktadır.
Elbette diller arasında alışveriş olan her kavram gibi bu kavramın da manası değişmiştir ve bugün Türkçedeki haliyle dinsel bir anlam taşımamaktadır.
Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla Mustafa Kemal millet sözcüğü yerine geçebilecek Moğolca bir kelime olan “ulus” sözcüğünü aynı manada kullanmaya başlamıştır.
Ulus sözcüğünün asıl anlamı ise “bir kağana bağlı boy ya da boylar”dır.
Türkçe olarak bu kelimenin karşılığı olan “budun” kelimesinin kullanımı da Türk devleti tarafından çeşitli zamanlarda denenmiş ancak dilde yer edinememiştir.
Evet, kelimeler denenmiş ve tutmamıştır.
Çünkü ulus sözcüğü bazı “zeki” solcularımızın düşündüğü gibi millet kelimesinin Türkçedeki anlamından farklı bir anlama sahip olduğu için ortaya çıkarılmış bir kavram değildir.
Türk devleti kurulduğunda Türk dilinin özellikle din ile bağlantılı olan Arapça sözcüklerden arındırılması kampanyası sırasında ortaya çıkarılmış bir kavramdır.
Bu sebeple Türkiye Büyük Millet Meclisi ilk açıldığında duvarında bugünkü gibi “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” değil, “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” yazmaktaydı.
Ulus kelimesinin Türkçede millet kelimesi kadar yer edinememesi sebebiyle de değiştirilmiştir.
İnsanlarımızın, “ulus” kelimesinin “sol” ile bağlantısı olsaydı zaten Rauf Denktaş KKTC “meclis”inin duvarına “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” yazdırır mıydı diye kendisine sormaması da tuhaf değil midir?
İşin şakası bir tarafa kısaca Türkçe dilinde bugün kullanılan halleriyle millet, ulus veya budun kelimelerinin dilde üzerlerine yüklenen anlam manasıyla hiçbir farkı yoktur ve bu kelimelerin hiçbiri “ırk” ya da “etnisite” temelli değil, tam tersine bir “birliktelik” ifade etmektedir.
Millet, en basit sözlük anlamıyla bir devlete ya da bölgeye bağlı, yani doğal olarak kader birliğine sahip olan ve tamamen aynı olmasa da kültürel anlamda öğeler paylaşan ve farklı etnik grupların oluşturduğu topluluk demektir.
Kıbrıslıların ortak yasal bir devleti, ortak bir kültürü ve hatta izole bir ada olmasından kaynaklı sınırları belli bir etki coğrafyası vardır.
Bunlar millet kavramının oluşması için gereğinden bile fazla etkenlerdir.
Amerikalı, Belçikalı, İsviçreli ya da bunlar gibi onlarca örnekle devam edebileceğimiz farklı etnik köken, apayrı dil ve kültürlere sahip, coğrafi sınırları belli olmayan yani Kıbrıslılarınkinden çok daha muallak çizgilere sahip “milletler” bulunmaktadır.
Siz kendini “Amerika Almanı”, “İsviçre Almanı” ya da “Belçika Almanı” diye tanıtan birini gördünüz mü?
Bu ülkelerin bir kısmında yaşamış ve hepsini görmüş bir kişi olarak ben bugüne kadar böyle birşeyle karşılaşmadım.
Çünkü “milliyetçiliğin hepsi faşizme götürür” ya da “Kıbrıslı milleti olamaz” gibi “kabileci” mentaliteler yeni değil, on sekizinci yüzyıldaki Fransız Devrimi ile silinmeye başladı toplumsal literatürlerden, dünyadan ve dünyalıların lugatlarındaki sözcük tanımlarından.
Türkçedeki milliyet ve etnisite ile İngilizcedeki nationality ve ethnicity aynı anlama gelmektedir.
“Her milliyetçilik faşizme götürür” argümanı ise hem terminolojik hem de siyasi olarak tamamıyla bir zırvadır ve Avrupa-merkezci sömürülmüş bir beyin yapısı ile kurulabilecek bir cümledir.
Çünkü sömürü ile kolonyalizm altındaki ve emperyalistlerin “böl-yönet” politikalarının hedefindeki toplumların kurtuluşu için milliyetçiliğin zaruri olduğu neredeyse tüm sosyalist fikirlerin kabul ettiği bir gerçektir.
Kendini solcu zanneden ve milliyetçiliği Lenin’in “Emperyalizm” ve “Zayıf Halka” tezleri ile “Ulusların Kendi Haklarını Tayin Etme Hakkı” konusundaki tartışmaları yerine, Mahsun Kırmızıgül’ün “hepimiz kardeşiz bu kavga ne diye” şarkı sözleri ile okuyan insanlara laf anlatmak adına uzunca yazmayacağım.
Ancak Lenin’in “ezen ulus milliyetçiliğiyle, ezilen ulus milliyetçiliğine aynı doğrultuda yaklaşılamaz, bunlara eşit mesafede durulamaz” temelli görüşlerini zaman onaylamıştır. Modern tarihte var olmuş ve çoğu bugün de var olmaya devam eden milliyetçi hareketler, sosyalizmin ve anti-emperyalizmin yirminci yüzyılda elde ettiği başarıların neredeyse tümünün parçasıdır.
Elbette ki toplumların takip etmesi gereken milliyetçilik kendi coğrafyaları ve toplumsal yapısına uygun, yerli fikirler olmalıdır.
Bu da elbette Kıbrıslılar için Türk devleti kaynaklı Türk milliyetçiliği ya da Helen Cumhuriyeti kaynaklı Helen milliyetçiliği değil, yerli ve birleştirici bir Kıbrıs milliyetçiliği ya da Kıbrısçılık/Kıbrıslılık bilinci demektir.
“Milliyetçiliğin her türlüsü faşizme götürür” argümanına göre ise İrlanda milliyetçisi cumhuriyetçiler, Arap milliyetçisi Filistinli savaşçılar, Afrika kıtasını emperyalizmden kurtarmak için mücadele veren Afrika milliyetçisi akımlar, Tito, Lumumba, Mao, Bolivar, Nasır ve anti-kolonyal mücadele veren ve kendilerine “milliyetçi” demekten çekinmeyen tüm sosyalist kahramanlar faşizm yolundaki cahiller oluyor…
E, tabii ki gerçekte öyle bir şey olmuyor…
Cahil olanlar, millet sözcüğünü etnisite, ırk, kabile sözcükleri ile bir zanneden Kıbrıs’taki “hiçbir dile hakim” olamayan kişiler oluyor.
Ödlek olanlar, her işgal, sömürü ve böl-yönet politikaları altında kalan halk gibi milliyetçi bir kurtuluş mücadelesi vermekten korkan kişiler oluyor.
Hain olanlar, yerleşimci kolonyalizmini bile “emekçilik” gibi paketleyerek “işgal altında sınıf mücadelesi” verdiğini iddia eden kişiler oluyor.
(7 Şubat 2022 tarihinde Avrupa gazetesinde yayınlanmıştır)