Zeyyat

İsmail Işılsoy – Bıçkı!

     Keskin bir bıçkıyla yaklaşıyor.

     Nasıl da alışmış adam, haçanda kesip atıyor uzanan elleri!

     Kadim bir tevekkülle ve gümüşî bir acıyla ürperiyor gök gözlüm.

     Sonra, çoğalarak ve gizlice geliyorlar.

     Bıçkılarının ve baltalarının soğuk yüzleri parlıyor ayın altında.

     Gidip geliyor çıplak ette, defalarca inip kalkıyor çelik.

     Derine, daha derinine vuruyorlar.

     Toprağa şıp şıp damlıyor özsu.

     Kapkara bir kan.

     Katliam.

     Pazara taşıyorlar yapraklarından soyup, kalmıyor tutunacak dalımız.

     Kül oluyor, yok oluyor tek tanığı işgalcilerin ve işbirlikçilerin.

     Ateş olan yerden çıkan dumanla yazılıyor tarih, Limnidi’den Apostolos Andreas Burnu’na kadar.

     Senin dallarının altında doğmuş olmak isterdik.

     Senden kalan çukur oluyor kabrimiz.

     Bir de kör kuyular.

     Ah, Lutro!

     Ne kaldı senden geriye, neye yarar şimdi tepelerinde tek tük kaldığın Kırk Mil?

     Gamini dumanında boğuldu burada hayat.

     Yalnızca yakmayı bilenlere kaldık.

     İnsanın piçine.

     Girne’de ve her yerde imara açıldı ganimet toprak, koçan uğruna kıyama kalktılar.

     Kum, kireç ve çimento ile dolduruldu koyu gölgenin düştüğü serin yer.

     İşgalin hoyratça bozduğu yuvaları görmek istemediler.

     Durmadı kaçtı alizavralar.

     Kuşlar uçup gitti.

     Ot bitmedi.

     İstemezdin mersinden başkasını yanında.

     Yeraltında nasıl da sarılırdı sevdalı kökleriniz, dallarınız güneşte göverirken.

     Nice yangınlardan kurtulmuş kökünü bile kuruttular.

     Hep hicran düştü yaban mersinine usta.

     Sonra ikinize de ölüm.

     Kamyonları ve kepçeleri ve arama izinleriyle geliyorlar.

     Sürüler halinde ve saklanmadan geliyorlar.

     Altın peşindeki barbarlar bunlar!

     Siyanür suratlı sermaye!

     Motorlu testerelerini polisleri ve askerleri koruyor.

     Fatsa, Ünye ve Soma direniyor devlete.

     Evlatları gözleri önünde kesilirken, biber gazına boğuluyor Yırcalılar.

     Birbiri ardı sıra gümbürtüyle devriliyor efsanevi devler, direnen anaların feryadı arşa çıkıyor.

     Damperli kamyonları, buldozerleri ve panzerleriyle geliyorlar.

        Uzi marka makinalı tüfekler, göz yaşartıcı gazlar, plastik kurşunlar ve kelepçelerle korunuyor motorlu testereleri İsrailli yerleşimcilerin.

        Geniş gövdesine sımsıkı sarılan kadınlarla birlikte düşüyor yere kadim toprağın bin yıllık anıtları.

        Batı Şeria’nın bütün vadileri ve yamaçlarında can pazarı yaşanıyor.

        Kefiyesi kanayarak kapaklanıyor bir yaşlı adam.

        Patlatıyor tokadı Ahed et-Temimi.

        Cesur çocuğu Filistin’in.

        Toz duman içinde intifada, sopa, sapan, taş ve hasat.

        Siyonist işgalin insanlık suçudur bu.

        Çalan İsrafil’in sûrudur.

        Sızlıyor tüm körfez.

        İnsanlık sağır.

        Tanklarıyla ve toplarıyla, tekbir çekerek çöküyorlar komşularının toprağına.

        Askerî operasyonlarına hayâsızca senin adını veriyorlar.

        İşgal altında Afrin!

        Kurdukları yobaz ordusuna dağıttıkları ağır silahların zoruyla yapılıyor hırsızlık, kanlı elleriyle talan ediyorlar tüm hasadı.

        Araplar, Kürtler ve Süryanilerin bin yıllardır birlikte işlediği toprağı yağmalıyorlar.

        Hoyratça taraklayıp sıyırıyorlar dalından ürününü ve ürperen yaprakları.

        Tankerlerle taşınıyor tüyü yetmemiş yetimlerin hakkı.

        Sınırda etiketlenip Avrupa’ya satılıyor.

        Doymuyor toprak doyurası gözleri.

        Poseidon’un oğlu Halirrhothius gibi boşuna savuruyorlar baltayı sana, ters tepip sahibinin boynuna saplanacak bir gün, bilmiyorlar.

        Ah, gözümün nuru!

        İlkisin bütün ağaçların, biliriz.

        Hem doğunun hem batının toprağındansın, herkese aitsin ama hiç kimsenin.

        Biz gelmeden önce de buradaydın, burada olacaksın yine biz gittikten çok sonra da.

        Gagasında senin dalını getiren güvercini anlattık çocuklarımıza.

        Bereket tanrısı öfkelendiğinde senin yemişini sunduk.  

        Homeros’un şiirinden öğrendik, ölümsüzsün.

        Göçebeydik, senin aşkınla durduk, yerleştik seni korumak için.

        Çekirdeklerinden tespihler dizdik.

        Senin renginle boyadık ipliklerini dokuduğumuz kilimlerin.

        Maviyi, akrep kaçırdığından ve senin büyülü rengindir diye sevdik.

        Ağzımızda çiğneyip yapraklarını, püskürttük hasta gözlerine sığırlarımızın.

        Akademisinde, senin dallarının altında ders verdi Platon.

        Truvalı Akhilleus atının yelesine sürdü yağını, köleler ağrıyan kollarına.

        Maccez olan hep bizdik aslında.

        Zeyyat senin için eziyet çekerdi, ekmeğine katık ettiği yine sendin.

        Yapraklarını kurutup tütülendik ki nazar tutmasın bizi, çatlasın düşmanlar.

        Kandillerde yaktık yağını karanlıkta.

        Derken, tükendi fitilimiz, eridi yağ, kör oldu Lefkaralı kadınlar.

        Koktu yaramıza bastığımız tuz, bıçak kemiğe dayandı.

        Yeter asırlardır süren sabrın, doğrul artık ey derviş.

        Bir devrim gerek bize.

        Çek çıkar köklerini topraktan.

        Salınarak in tepelerden, nehirleri geç.

        Akasyalar düşsün ardına, mersin ve mimozalarla dal dala, şinya ve azganlarla kaynaşarak gel.

        İnsan ile ağaçtan olsun barışın birleşik gücü, başımızda bir kürüm kuş.

        Altın yağını alınlarımıza sür, bir de yaralarımıza.

        Yaprakların üstümüze titresin, yükselen bendir sesleriyle yürürken. 

        Özgürleşen Süryani kadınlar derlensin önümüzde, sıyrılıp attıkları burkaları çiğneyerek geçelim.

        Türbanlarını rüzgâra savurtarak saf tutsun İranlı kadınlar.

        Ortadoğu toprağından halk edilelim yeniden.      

        Lefkara işi bir pankart açalım.

        Yarılsın Bahr-i Kulzüm.

        Yedi kat yerin altından uğultular geliyor.

        Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.

        Haram sevaboldu, sevap haramdır.

        Ak kurt, kara tahtayı daha bir yol kemirir,

        çekin ki körükleri

                                      ateşe girdi demir. (1)

        Cezayir, Sudan, Kürdistan ve Filistin.

        Rojava, Rakka, Ramallah, Gazze, Hartum, Amed ve Afrin.

        Bütün kantonlar ve bütün şehirler ve bütün mezralarımız.

        Mezopotamya hey!

        Bir de bu bölünmüş adası Akdeniz’in.

        Leymasun’dan Karpaz’a kadar.  

        Cenazesi tam yedi gün yerde kalan Silopili Teybet Ananın ve üç yaşında kıyıya vuran Aylan Kurdi’nin acısıyla yürüyelim zalimlerin üstüne, elimizde Berkin Elvan’ın ekmeğiyle ve ellerimizden kanayarak kayan tek bir çocuğumuzu unutmadan.

        Shakespeare’in habercisi gibi haykırsın kapitalin kapılarında Bağdatlı münâdi:

        “Tepenin başında nöbetteydim, birden orman yürüyor gibi geldi bana…

        Üç mil uzaktan görülüyor düpedüz geldiği. Yürüyor diyorum size, orman yürüyor!”

        Katil Macbeth’in üstüne gelen Birnam ormanı gibi gümbürtüyle yürüyelim.

        Vadilerden ve yamaçlardan yükselsin halkların nasırlı yumruğu.

        Parlasın gümüş yaprakların güneşte, ey güzel zeytin.

        (1) Nazım Hikmet

(11 Mayıs 2019 tarihinde Afrika gazetesinde yayınlanmıştır)

About the author